Fermi paradoksu üzerine okuduğum en bilgilendirici ve kapsayıcı yazıyı Türkçeye kazandırmak istedim ve bu amaçla waitbutwhy.com‘a yazılarını çeviri izni için mesaj attım. Kısa sürede yanıt döndüler ve yazıyı çevirmeme izin verdiler. Wait But Why’dan Jordan Urban’a ve orijinal makaleye dikkatimi ilk çeken Mert Derman’a teşekkür ediyorum.
Yazının orijinali waitbutwhy.com sitesinde “The Fermi Paradox” (Fermi Paradoksu) başlığıyla Mayıs 2014’te Tim Urban tarafından yayınlanmıştır.
Müthiş ve heyecan verici bir zihin egzersizine hazır olun!
—
Güzel, yıldızlı bir gecede, yıldızların rahatça seçilebildiği karanlık bir yerde, gökyüzüne bakıp da şu manzarayı gören hemen herkes kendince bir şeyler hisseder:
Kimi gökyüzünün epik güzelliği ile sarsılır, kimi evrenin akıl almaz büyüklüğü karşısında şaşa kalır. Ben şahsen eski, “sonraki yarım saatte garip davranışların takip edeceği varoluşsal erime” hissine kapılırım.
Fizikçi Enrico Fermi [1] de bir şeyler hissetmişti – “Herkes nerede?”
Yıldızlı bir gece muazzam görünür, oysa ki baktığımız şey sadece yakın çevremizden ibarettir. Yıldızı en bol gecelerde, ışık kirliliğinden uzak bir ortamda yaklaşık 2500 yıldız görebiliriz (galaksimizdeki yıldızların yaklaşık olarak 100 milyonda biri), ve görebildiğimiz yıldızların çoğu bize 1000 ışık yılından [2] yakındır (galaksimiz Samanyolu’nun genişliğinin ancak yüzde biri). Dolayısıyla, yıldızı en bol gecede bile aslında şu aşağıdakine bakıyoruz:
Yıldızlar ve galaksiler konusu açıldığında, çoğu insanı heyecanlandıran soru şudur: “Acaba oralarda bir yerde başka zeki canlılar var mı?” Haydi işin içine birtakım sayıları da katalım (sayılarla aranız iyi değilse sadece kalın yazılmış kısımları okuyabilirsiniz):
Galaksimizde 100-400 milyar arası yıldız bulunduğu tahmin ediliyor. Gözlenebilir evrende de aşağı yukarı buna eşit sayıda galaksi vardır. Dolayısıyla galaksimizdeki her bir yıldıza karşılık evrende koca bir galaksi var, tabii ki yaklaşık olarak. Tümünü bir araya koyduğumuzda, gözlenebilir evrende 1022 ila 1024 yıldız vardır, bu, dünyadaki her bir kum taneciğine karşılık evrende 10.000 tane yıldız olduğu anlamına gelir!
Bilim dünyası bu yıldızların ne kadarının “güneş-benzeri” olduğunda fikir birliğine varmış değildir (yaklaşık olarak güneş büyüklüğünde, sıcaklığında, ve benzer ışımaya sahip) – çeşitli görüşler 5% ile 20% arasında değişir. Düşük oranı kabul edip 5% diyelim, ve yıldızların sayısını da en düşük olan sınırdan (1022) alalım, bu bize 500 kentilyon, ya da 500 milyar kere milyar (500.000.000.000.000.000.000) sayısını verir, evrende en azından bu kadar güneş-benzeri yıldız vardır.
Bu güneş-benzeri yıldızların ne kadarının yörüngesinde dünya-benzeri gezegen (dünyaya yakın sıcaklıkta, sıvı su bulunan, yaşam barındırma potansiyeli bulunan gezegen) olduğu konusu da tartışmalıdır. Kimileri bu rakamın 50% gibi büyük bir oran olduğu görüşündedir, biz yine tutumlu davranıp yakın zamandaki PNAS araştırmasında bulunan 22% rakamını kabul edelim. Bu, evrendeki tüm yıldızların yaklaşık 1% inin güneş-benzeri ve etrafında yaşam barındırma potansiyeli bulunan dünya-benzeri gezegene sahip olduğunu gösterir, bu da yaklaşık 100 kentilyon (100 milyar kere milyar, 100.000.000.000.000.000.000) dünya-benzeri gezegen demektir.
Demek ki, dünyadaki her bir kum tanesine karşılık 100 tane dünya benzeri gezegen var. Bir daha plaja gittiğinizde bunu bir düşünün.
Düşünce deneyimizi biraz daha ilerletelim – bu noktada spekülatif olmaktan başka yapılabilecek pek bir şey yok. Diyelim ki, milyarlarca yıl var olduktan sonra, dünya-benzeri gezegenlerin 1% i hayat üretebilmiş olsun (eğer bu doğruysa, dünyadaki her bir kum tanesine karşılık bir tane hayat barındıran gezegen var demektir). Yine diyelim ki bunların da 1% inde hayat dünyadaki gibi, yani insanların ulaştığı zeka seviyesine ulaşabilmiş olsun. Bu demektir ki, gözlenebilir evrende yaklaşık 10 katrilyon, yani 10 milyon kere milyar (10.000.000.000.000.000) zeki uygarlık bulunmalıdır.
Kendi galaksimize geri dönecek olursak, ve aynı matematiği en düşük olasılıkları kabul edecek şekilde kendi galaksimizdeki 100 milyar yıldıza uygularsak, yaklaşık 1 milyar dünya-benzeri gezegen ve 100.000 tane zeki uygarlık bulunması gerektiği sonucuna ulaşırız. [3]
SETI (Search for Extraterrestrial Intelligence – Dünya dışı zeka araştırma), uzaydaki olası zeka kaynaklı sinyalleri dinlemeye odaklanmış bir kuruluştur. Eğer yukarıdaki hesaplamamız doğruysa, sadece bizim galaksimizde 100.000 tane zeki uygarlık var demektir. Bunların çok küçük bir bölümü bile bizim yaptığımız gibi uzaya radyo ya da laser sinyalleri, ya da başka modlarda sinyal yayıyor olsa, SETI’nin gelişmiş radyo-teleskop dizilerinin bunları yakalayabilmesi gerekmez miydi?
Ancak yakalayamadılar. Bir tane bile. Hiç.
Herkes nerede?
Durum daha da tuhaf bir hal alıyor: bizim güneşimiz göreli olarak genç bir yıldızdır. Bizimkinden çok daha yaşlı güneş-benzeri yıldızlar ve yörüngelerinde dünyamızdan çok daha yaşlı dünya-benzeri gezegenler var, varsayımsal olarak bizimkinden çok daha eski, ve teknolojide çok daha ileri gitmiş uygarlıklar olmalı. Örneğin, 4,54 milyar yaşındaki dünyamızı 8 milyar yaşındaki varsayımsal X gezegeni ile karşılaştıralım:
Eğer X-gezegeninin dünya ile benzer bir hikayesi varsa, üzerinde yaşadığını varsaydığımız zeki uygarlık bugün hangi seviyede olacaktır bir bakalım (turuncu zaman aralığını yeşille işaretlenmiş zaman aralığının ne kadar büyük olduğunu görebilmek için referans olarak kullanalım – çizim ölçeklidir): [4]
Ortaçağdaki bir insanı birden günümüz dünyasına bıraksak ne hissederdi; günümüzden sadece 1000 yıl sonraki teknoloji ve bilgi birikimi de bizim için en az o derecede şaşırtıcı olacaktır. Bizden 1 milyon yıl daha ileri bir uygarlık karşısında, şempanzelerin insanlığa kıyasla şu an bulunduğu seviyede oluruz, o uygarlık bizim için eşit derecede anlaşılamaz olacaktır. Ve X-gezegeni bizden 3,46 milyar yıl daha gelişmiş durumda…
Kardashev ölçeği, zeki uygarlıkları, enerji kullanımlarına göre üç ana kategoriye göre gruplamamızı sağlar:
Tip I Uygarlıklar kendi gezegenlerindeki tüm enerji kaynaklarını kullanabilecek teknoloji seviyesindedir. Biz kesinlikle henüz Tip I seviyesine gelebilmiş değiliz, ancak yakın sayılırız (Carl Sagan bunun için bir formül yaratmıştı, bu formüle göre biz 0,7 seviyesindeyiz).
Tip II Uygarlıklar kendi yıldızlarının (dünya örneğinde güneş) ürettiği tüm eneriyi kullanabilirler. Bizim zayıf, henüz Tip I seviyesine bile ulaşamamış beyinlerimiz için bunun nasıl yapılabileceğini düşünebilmek hayli zordur, ancak gene de elimizden gelenin en iyisini deneyerek Dyson küresi gibi şeyleri kurgulayabiliyoruz. [5]
Tip III Uygarlıklar ilk iki tiple kıyaslanamaz bile: bunlar, yaklaşık Samanyolu galaksisi büyüklüğündeki bir galaksinin tüm enerjisini kullanabilecek kapasitededirler.
Tip III seviyesi size ulaşılamaz gibi geliyorsa, X-gezegenindeki uygarlığın bizden 3,46 milyar yıl daha gelişmiş olduğunu hatırlayın. Eğer X-gezegenindeki uygarlık bizimkine benziyorsa, tüm bu milyarlarca yıl içinde Tip III seviyesine ulaşmış olabilir, bu durumda yıldızlararası yolculuk konusunda uzmanlaştıklarını ve hatta tüm galaksiyi kolonileştirdiklerini düşünmek doğaldır.
Galaktik bir koloninin nasıl gerçekleştirilebileceğine dair bir hipotez: Planet-X’teki uygarlığın gezegenler arası seyahat edebilen ve vardığı gezegende bulduğu materyallerle kendinin bir benzerini üretebilen bir makina üretip diğer bir gezegene yolladığını düşünelim. Bu makina, vardığı gezegende kendi benzerini üretebilmek için 500 yıla ihtiyaç duysun. Işık hızından çok düşük hızlarda seyahat etse bile, bu şekilde tüm galaksinin kolonileştirilmesi yaklaşık 3,75 milyon yıl alacaktır. Uzun bir süre, ancak X-gezegeninin bizden 3,46 milyar yıl ileride olduğunu tekrar hatırlayın, bu süre bir göz kırpmasına eşdeğer!
Spekülasyona devam edelim ve zeki yaşam türlerinin sadece 1%’inin galaksiyi kolonileştirebilecek Tip III seviyesine ulaşabileceklerini varsayalım. Yukarıdaki hesaplamalarımız, sadece bizim galaksimizde bu seviyeye gelmiş en az 1000 tane Tip III uygarlık bulunması gerektiğini söylüyor – ve bu kadar gelişmiş bir teknoloji seviyesini düşündüğümüzde varlıklarından büyük ihtimalle haberdar olurduk. Ancak tüm araştırmalarımıza rağmen hala hiçbir şey görmedik, hiçbir şey duymadık, ve hiçbir uygarlık tarafından ziyaret edilmedik.
Peki, herkes nerede?
Fermi Paradoksu’na hoşgeldiniz.
Fermi Paradoksuna verilebilecek herhangi bir yanıtımız yok – yapabileceğimiz en iyi şey “olası açıklamaları” sıralamaktır. Ve bu konuda uzman on tane farklı bilimciye hangi açıklamanın en gerçekçi olasılık olduğunu sorun, on farklı yanıt alırsınız. Geçmişteki insanların dünyanın düz mü, yoksa yuvarlak ve güneşin etrafında dönüyor mu olduğu konusunda yaptıkları tartışmalara bakın, ya da yıldırımların Zeus’tan geldiğine inanılan dönemleri düşünün, o dönemler ne kadar ilkel ve karanlık görünüyor değil mi? İşte, bu konuda yaklaşık olarak o seviyedeyiz.
Fermi Paradoksunun üzerinde en çok durulan olası açıklamalarını kabaca iki ana gruba ayırabiliriz: Tip II ve Tip III uygarlıklardan bir ize rastlayamıyoruz, çünkü; birinci görüşe göre, bunlardan hiç yok, ve ikinci görüşe göre, oralarda bir yerdeler ancak birtakım sebeplerden dolayı onları farkedemiyoruz:
Açıklama Grup 1: Tip II ve Tip III uygarlıklardan hiçbir iz yok, çünkü bu derece yüksek teknoloji seviyesine ulaşmış hiçbir uygarlık yok.
Grup 1 açıklamasını savunanlar, “ayrıcalıksızlık problemi” denen şeye dikkat çekerler: bu, “çok gelişmiş uygarlıklar var ancak bunların hiçbiri bizimle temas kurmuyor, çünkü tümü ____.” şeklinde ifade edilen tüm hipotezleri reddeder. Grup 1 savunucuları binlerce, hatta milyonlarca zeki uygarlık var olması gerektiği sonucuna ulaştıran yukarıdaki matematiğe bakarlar, ve “çünkü tümü ____” kuralına istisna oluşturan en az bir uygarlık bulunması gerekirdi, derler. Herhangi bir teori, yüksek uygarlık seviyesindeki 99.99% luk bir orana uygulanabiliyor bile olsa, kalan 0,1% farklı hareket edebilmeliydi ve onların farkına varabilmeliydik.
Bu yüzden, der, Grup 1 savunucuları; süper-gelişmiş hiçbir uygarlık olmamalıdır. Ancak yukarıdaki hesaplar aksi yönde düşünmemiz gerektiğini söylediğine göre, başka bir şey söz konusu olmalı.
Bu “başka bir şey” Büyük Filtre olarak adlandırılır.
Büyük Filtre teorisi der ki, yaşamın ilk ortaya çıkışı ile Tip III seviye zeka arasında, neredeyse tüm yaşam türlerinin gelip çarptığı ve aşmayı başaramadığı bir duvar vardır. Uzun evrimsel sürecin bir aşamasında öyle bir engel yer almalı ki, o engeli aşıp Tip III aşamasına giden yola evrilmek aşırı derecede olasılık dışı – hatta imkansız olmalı. İşte bu engel Büyük Filtredir.
Eğer bu teori doğru ise, can alıcı soru şudur: “Büyük filtre, evrimsel sürecin hangi aşamasında yer alır?”
İnsanlığın geleceği açısından, bu soru çok önemlidir. Büyük filtrenin nerede yer aldığı, bizi üç olasılıkla karşı karşıya bırakır: 1- sıradışıyız, 2- ilkiz, ya da 3- ayvayı yedik.
1. Sıradışıyız (Büyük Filtre geçmişimizde)
Türümüz için bir umut, Büyük Filtrenin geçmişimizde olması ve bizim onu aşmayı başarmış olmamız: bu, bizim seviyemizdeki zekanın olağanüstü ender olduğu anlamına gelir. Aşağıdaki şekil, sadece iki türün Büyük Filtreyi aşabildiğini gösteriyor ve onlardan biri biziz.
Bu senaryo, neden hiç Tip III uygarlık olmadığını açıklar… aynı zamanda zeka ve teknoloji bakımından bu seviyeye gelebilmiş çok ender istisnalardan biri olduğumuz anlamına gelir. Bu durumda umudumuz var demektir. Bu, yüzeysel olarak bakıldığında, 500 yıl önceki insanların dünyayı evrenin merkezine koymaları gibi görünebilir. Ancak, bilimcilerin deyimiyle “gözlem seçimi etkisi” şunu önerir: kendi sıradışılığı üzerinde düşünebilen yaşam formları zaten doğal olarak “zeki yaşam konusunda başarı öyküleri” dir, ve ister gerçekten sıradışı, ister gayet yaygın olsun, akıl yürütmeleri ve varacakları sonuçlar aynı olacaktır. Bu, bizi “özel” olmanın en azından bir olasılık olduğunu kabule zorlar.
Ve eğer gerçekten özel isek, bizi özel yapan nedir? Diğer bütün türlerin takıldığı hangi evrimsel sıçramayı gerçekleştirmeyi başardık?
Bir olasılık: Büyük filtre yaşamın başlangıcına çok yakın bir yerlerde olabilir – belki de yaşamın ortaya çıkışı aşırı derecede sıradışıdır. Bu olası bir seçenek gibi görünüyor çünkü dünya var olduktan sonra yaşamın sonunda ortaya çıkışı yaklaşık bir milyar yıl aldı, ve ayrıca laboratuvarlarda defalarca denememize rağmen henüz yaşamı sıfırdan üretmeyi başaramadık. Eğer yaşamın ortaya çıkışı Büyük Filtre ise, bu, dünya dışında sadece gelişmiş bir zekanın değil, yaşamın kendisinin de var olmayabileceği anlamına gelebilir.
Bir diğer olasılık: belki de Büyük Filtre, basit prokaryot hücreden kompleks ökaryot hücreye sıçrama aşamasındadır. Prokaryot hücreler oluştuktan sonra, ökaryot hücreye geçişi sağlayan evrimsel sıçramanın gerçekleşmesi yaklaşık iki milyar yıl sonra oldu. Eğer, bu, Büyük Filtre ise, evren prokaryot hücrelerle kaynıyor, ancak bunun ötesine neredeyse hiçbir şey geçememiş olabilir.
Başka olasılıklar da var: kimileri, insan türünün gerçekleştirdiği son zeka sıçramasının Büyük Filtre olabileceğini düşünüyor. Yarı-zeki yaşam formlarından (örneğin şempanzeler) insan seviyesindeki zeka düzeyine geçiş ilk bakışta sıradışı bir sıçrama gibi görünmüyor, ancak örneğin Steven Pinker [6], evrimin kaçınılmaz olarak daha gelişmiş zekaya doğru evrilmesi gerektiğini reddediyor: “Evrimin bir hedefi ya da yönü yoktur, sadece ‘olur’, varolan koşullara en uygun adaptasyonları kullanır, ve gerçek şudur ki, dünya üzerinde sadece tek bir örnekte teknolojik zekaya doğru yöneldi. Buradan, bu tarz bir doğal seçilimin son derece seyrek gerçekleşebildiğini, ve bu yüzden evrim ağacında bir ‘ileri yön’ olmadığı sonucunu çıkarabiliriz.”
Çoğu evrimsel sıçrama, Büyük Filtre adayı olabilmenin gereksinimlerini karşılamaz. Olası bir Büyük Filtre, milyarda bir gerçekleşebilecek bir ya da daha fazla aşırı sıradışı olaya dayanmalıdır. Bu yüzden, tek hücreli yaşamdan çok hücreliye geçiş aşaması Büyük Filtre değildir. Bu, sadece dünya üzerinde, birbirinden bağımsız olarak en az 46 kez gerçekleşti. Bir şekilde, örneğin Mars’ta fosilleşmiş bir ökaryot hücre bulabilirsek, bu, yukarıda bahsedilen prokaryot-ökaryot sıçramasını (ve ondan önce gerçekleşmiş tüm evrimsel sıçramaları da) Büyük Filtre adayı olmaktan çıkarır – çünkü hem dünyada, hem de Mars’ta olduysa, büyük ihtimalle başka yerlerde de gerçekleşmiştir, milyarda bir olacak kadar sıradışı bir olay değil demektir.
Eğer gerçekten aşırı derecede sıradışı isek, bu, çok nadir gerçekleşen biyolojik bir olayın sonucu olabileceği gibi, “Seyrek Dünya Hipotezi” denen şeyin sonucu da olabilir: belki de çok sayıda dünya-benzeri gezegen olduğu halde, dünyayı, ya da güneş sistemimizi son derece sıradışı yapan bir şey(ler) vardır. Örneğin, bizimki gibi küçük bir gezegenin yörüngesinde dolanan, hava ve okyanus koşullarına bu derece önemli etkileri olan bir ay çok nadir görülüyor olabilir. Ya da gezegenimizin kendisinde var olan herhangi başka bir şey onu aşırı derecede sıradışı, yaşam dostu bir yer yapıyor olabilir.
2. İlkiz (Büyük Filtre artık yok)
Grup 1 taraftarlarına göre, eğer Büyük Filtre geçmişimizde değilse, Büyük Patlama’dan bu yana evrenin ilk kez zeki yaşamı barındıracak koşullara ancak günümüzde ulaştığını düşünebiliriz. Bu durumda, biz ve başka pek çok tür süper-zeki olma yolunda ilerliyoruz demektir, ve basitçe henüz hiçbir tür o aşamaya gelemedi. Belki de süper-zeka aşamasına ulaşabilen ilk uygarlık olma yolunda ilerliyoruz.
Bu olasılığı gerçekçi yapan bir fenomen uzak galaksilerde gözlemlediğimiz inanılmaz derecede güçlü gamma-ışını patlamalarıdır (unutmayın, uzayda ne kadar uzağa bakıyorsak, aynı zamanda o kadar geçmişe bakıyoruz demektir – Ç.N.). Dünyamızın ilk birkaç yüz milyon yıllık erken evrelerinde volkanların ve asteroid çarpmalarının yaşamı olanaksız kılmasına benzer bir şekilde, evrenin de ilk zamanlarında afet-benzeri birtakım olaylar (gamma-ışını patlamaları gibi) yaşamın (ve herhangi bir zeki uygarlığın) ortaya çıkmasını imkansız kılmış olabilir. Belki de, günümüzde, yaşamın ortaya çıkmasını (ve zekanın evriminin kesilmeden devam edebilmesini) mümkün kılan bir astrobiyolojik döneme evrenin varoluşundan beri ilk kez erişmiş bulunuyoruz.
3. Ayvayı Yedik (Büyük Filtre geleceğimizde)
Eğer sıradışı ya da ilk değilsek, Grup 1 taraftarlarının düşüncesinin olağan bir sonucu, Büyük Filtrenin geleceğimizde olmasıdır. Buna göre, evrende hayat düzenli bir şekilde ortaya çıkar, evrilir, ancak bir şey, zekanın belli bir aşamanın ötesine geçmesini ve süper-zeki uygarlıkların ortaya çıkmasını neredeyse her zeki yaşam formu için engeller. Ve biz bu kurala büyük ihtimalle istisna oluşturmuyoruz demektir (aksi halde “sıradışıyız” geçerli olurdu – Ç.N.).
Gelecekteki olası bir Büyük Filtre adayı, evrende düzenli olarak ortaya çıkan birtakım afet benzeri olaylardır, örneğin yukarıda bahsedilen gamma-ışını patlamaları evrenin geçmişinde kalmamış ve gelecekte herhangi bir anda da görülebilecek olabilir. Belki de dünyadaki tüm yaşamın bir gamma-ışını patlamasıyla son bulması sadece bir zaman meselesidir. Bir başka “gelecekteki” büyük filtre adayı ise, zeki uygarlıkların belirli bir teknolojik aşamaya geldiklerinde kendi kendilerini kaçınılmaz olarak yok etmeleri olasılığıdır (bu olasılığı düşük buluyorum, olası zeki uygarlıkların hiç değilse bir bölümü kendilerini yok etmeden teknolojik ilerlemeyi başarabileceklerdir – Ç.N.).
İşte bu yüzden, Oxford Üniversitesi filozoflarından Nick Bostrom, “haber olmaması iyi haberdir – no news is good news” der. Örneğin Mars üzerinde bulunacak basit bir yaşam formu bile umut kırıcı olurdu, çünkü bu, geçmişimizdeki Büyük Filtre olasılıklarından bir bölümünü yok ederdi. Hele ki diyelim Mars’da bir zamanlar var olmuş kompleks bir yaşamın fosilleşmiş izlerini bulduk, Bostrom’ göre bu, “insanlık tarihinde basılmış açık ara en berbat gazete manşeti” olurdu, çünkü bu, Büyük Filtrenin -eğer varsa- neredeyse kesin olarak geleceğimizde olduğu anlamına gelirdi. Bostrom, Fermi Paradoksu söz konusu olduğunda “gece gökyüzünün sessizliği altın değerindedir” der.
Açıklama Grup 2: Tip II ve Tip III uygarlıklar oralarda bir yerde, ancak onları fark edemeyişimizin birtakım mantıklı sebepleri var.
Grup 2 açıklamanın savunucuları; seyrek, özel ya da ilk olduğumuz yönündeki tüm görüşleri reddeder, ve “Sıradanlık Prensibi” ni savunur. Sıradanlık Prensibi’ne göre, galaksimizde, güneş sisteminde, gezegenimizde, ya da zeka seviyemizde sıradışı ya da seyrek rastlanır hiçbir şey yoktur, olmamalıdır; tabii ki aksi yönde bir kanıt bulunana kadar. Ayrıca, diğer zeki uygarlıkların varlıklarına dair bir kanıt bulunmayışının, onların aslında var olmadıklarını varsaymak konusunda pek aceleci değildirler, bizim kendi dünyamızın uzaya yaydığı elektromagnetik sinyallerin henüz ancak yaklaşık 100 ışık yılı uzaklığa eriştiğini (galaksinin 0.1%’de biri) vurgularlar (bizim bulunduğumuz yeri araştıran ancak dünyamızdan 100 ışık yılından daha uzakta bulunan olası bir zeki uygarlığın bizim var olmadığımızı düşünme olasılığı gibi – Ç.N.), ve birtakım olası açıklamalar önerirler. İşte en yaygın 10 açıklama:
- Süper-zeki uygarlıklar dünyayı çoktan ziyaret etmiş olabilir, ancak belki de daha insan henüz ortada yoktu. Modern insanın yaklaşık 50 bin yıllık geçmişi var, evrensel ölçekte bakıldığında bir göz kırpması bile değil. Eğer daha eski bir dönemde dünyamıza uğradılarsa, sadece bir ördeği ürkütüp suya kaçırmış olabilirler, hepsi bu. Onların varoluşlarına tanıklık edip bunu geleceğe aktarabilecek zekaya sahip bir canlı henüz yoktu. Dahası, yazılı tarih sadece 5,500 yıl önceye gider – bazı toplayıcı-avcı insan grupları dünyadışı uygarlıklar tarafından ziyaret edildiyse bile, bu bilgiyi geleceğe aktaracak araçtan -yazıdan- yoksundular.
- Galaksi çoktan kolonize edilmiş olabilir, biz sadece ıssız, kırsal bir bölgedeyiz. Amerika, Kanada’nın uzak kuzeyinde yaşayan küçük bir eskimo kabilesi bunun gerçekleştiğini farketmeden çok önce Avrupalılar tarafından kolonize edilmişti. Belki de yüksek zekalı türler yıldızlararası bir yerleşim faaliyetine çoktan giriştiler; belki de belli bir bölgedeki güneş sistemleri kolonize edildi ve kendi aralarında iletişim halindeler. Yine belki, bu uygarlıkların bizim bulunduğumuz galaksinin dış sarmalına kadar gelip bizi aramaları onlar için anlamlı ya da pratik değildir.
- Fiziksel kolonizasyon fikri, çok ileri zekaya sahip türler için aşırı gülünç derecede “geri” bir kavram olabilir. Tip II uygarlıkların kendi güneş sistemleri çevresinde oluşturabilecekleri Dyson küresini hatırlayın. Tüm bu enerji, kendileri için oluşturdukları tüm bu mükemmel çevre onların tüm ihtiyaçlarını karşılıyor olabilir. Kaynak ihtiyaçlarını çok azaltacak aşırı ileri teknolojiler geliştirmiş olabilirler ve soğuk, boş, gelişmemiş evreni araştırmak için en ufak bir istek bile duymuyor olabilirler.
Hatta, daha da ileri gitmiş uygarlıklar için tüm fiziksel evren korkunç derecede primitif bir yer olabilir: belki de bu uygarlıklar, çok uzun zaman önce kendi biyolojileri üzerinde tam bir egemenlik kurdular ve beyinlerini bir tür sanal-gerçekliğe “upload” ettiler, bir tür sonsuz-yaşam cennetine. Fiziksel yaşam, ölümlülük, ve gündelik ihtiyaçlar, okyanusun karanlık derinliklerinde yaşayan primitif türlerin yaşamı bize nasıl görünüyorsa onlara öyle görünüyor olabilir. Başka bir canlı türünün bu tür bir ölümsüzlüğe ulaşmış olabileceği fikri beni inanılmaz kıskandırıyor ve üzüyor.
- Belki de uzayda çok korkunç avcı uygarlıklar vardır ve çoğu zeki yaşam türü onlara farkedilmemek için dışarıya sinyal yayıp yerlerini belli etmek istemiyordur. Bu, rahatsız edici bir düşünce ve SETI tarafından henüz herhangi bir sinyal bulunamamış olmasının bir açıklaması olabilir. Ayrıca, uzaya kendi yerimizi belli edecek sinyaller göndererek süper saf ve aşırı derecede aptal ve riskli bir davranış sergiliyor olabileceğimiz anlamına gelir. Bir METI (Messaging to Extraterrestrial Intelligence – Dünya-dışı zekalara mesaj gönderme, SETI’nin tersi -Search for extraterrestrial intelligence, dünya-dışı zekayı araştırma-) projesinin başlatılıp başlatılmaması tartışma konusudur, ve çoğu bilimci bunu yapmamamız gerektiği görüşünde. Stephen Hawking, “Eğer dünya-dışı uygarlıklar bizi ziyaret edecek olursa, sonucu Kolomb’un Amerika’yı keşfetmesine benzer olabilir – ki sonuç Amerika yerlileri için hiç de iyi olmamıştı” diyor. SETI projesinin mimarı Carl Sagan bile (ki yıldızlararası yolculuk yapabilecek seviyeye gelmiş bir uygarlığın saldırgan olmaktan çok barışçıl olacağını savunur) METI düşüncesini “aşırı derecede akılsızca ve olgunlaşmamış” olarak niteler. “Yabancı ve belirsiz Kozmosun en yeni çocukları olarak, bilinmeyen ve anlayamadığımız bir cangıla yüksek sesle bağırmak yerine, öncelikle uzun bir süre sessizce dinlememiz ve sabırla evren hakkında daha çok bilgi derlememizin” daha akıllıca olacağını söyler. Ürkütücü.
- Belki de uzayda tek bir süper-avcı uygarlık vardır (dünyada biz insanların olduğu gibi), bu uygarlık herkesten aşırı derecede ileridir ve belli bir aşamaya ulaşan her uygarlığı yok etmektedir. Bu berbat bir olasılık. Her zeka kıvılcımının peşinde koşmuyordur, çünkü bu, belki de pek çok zeki tür kendi kendini pekala yok edebileceğinden kaynakları gereksiz yere israf etmek olurdu. Ancak belirli bir aşamada, bu üstün varlıklar olaya müdahale etmektedir, çünkü onlar açısından, belirli bir seviyenin üzerinde gelişen bir zeka, varlıklarını tehdit eden, hızlı yayılan bir virüs gibi algılanıyor olabilir. Bu teori, ayrıca, galaksiyi ilk fetheden zekanın diğer hiçbir aşırı zeki türün yaşamasına olanak vermeyeceğini öngörür, bu da evrenin sessiz bir yer olmasını bir derece açıklar, çünkü olası süper-zeki uygarlık sayısını sadece 1 ile sınırlar.
- Uzayda pek çok aktivite ve gürültü var, ancak bizim teknolojimiz bunu algılayabilmek için henüz çok ilkel ve yanlış şeyleri dinliyoruz. Tıpkı elimizde bir walkie-talkie ile modern bir ofis binasına girip hiçbir aktivite algılayamayışımız ve binanın boş olduğunu varsaymamız gibi – çünkü artık walkie-talkie kullanılmıyor, cep telefonlarımız var. Ya da, Carl Sagan’ın işaret ettiği gibi, bizim beyinlerimiz olası zeki yaşam formlarınınkine göre aşırı hızlı ya da aşırı yavaş çalışıyor olabilir, belki de onların birbilerine karşılıklı “merhaba” demeleri arasında 12 yıl geçiyordur ve bu iletişimi algıladığımızda bize “beyaz gürültü” gibi geliyor olabilir.
- Dünya-dışı zeka ile iletişim halindeyiz, ancak hükümet(ler) bunu gizliyor. Konuyla ilgili bilginiz arttıkça, bu fikir kulağa daha da aptalca geliyor, ancak burada bahsetmek zorundaydım çünkü çok fazla insan buna inanıyor.
- Yüksek uygarlıklar bizim farkımızda ve bizi gözlemliyorlar (hayvanat bahçesi hipotezi olarak da bilinir). Galakside süper-zeki uygarlıklar var, ve dünyamız bir tür büyük ve korunaklı bir doğa parkı, bir tür “izle ama dokunma” kuralı yürürlükte – bizim Afrika’daki doğal parklara yaptığımız gibi. Onları farkedemiyoruz, çünkü bizden çok zekiler ve bize farkettirmeden bizi gözlemlemeyi kolayca başarıyorlar. Belki de bu süper zeki uygarlıkların, Uzay Yolu’nun (Ç.N. televizyon dizisini kastediyor) uzay filosu personelinin yabancı uygarlıkların iç işlerine karışmayı yasaklayan kuralı (Prime Directive) gibi, biz az gelişmişler belirli bir zeka aşamasına gelmeden önce ilişki kurmalarını ya da kendilerini göstermelerini yasaklayan bir kuralları var.
- Yüksek uygarlıklar şu anda burada, ancak biz onları algılayabilmek için çok geriyiz. Teorik fizikçi Michio Kaku bunu şöyle özetliyor:“Diyelim ki ormanın ortasındaki bir karınca kolonisiyiz. Ve bu koloninin hemen yanına, 10 şeritli bir otoyol inşa ediliyor. Bu on şeritli otoyolun ne olduğunu algılayabilir miyiz? Karıncalar, yanıbaşlarına inşa edilen bu otoyolun teknolojisini ve niçin oraya inşa edildiğini anlayabilir mi?”“Dolayısıyla, bırakın Planet X in yaydığı sinyalleri bulup çözmeyi, onların ne olduklarını ya da bu varlıkların ne yapmaya çalıştıklarını kavrayabilecek seviyede bile olmayabiliriz. Bizden o kadar ileri olabilirler ki, bizi ne yaptıkları konusunda gerçekten aydınlatmak isteseler bile, bu, bizim bir karıncaya internetin ne olduğunu anlatmaya çalışmamıza benzeyebilir.”
Bu, “eğer çok sayıda Tip III uygarlık varsa, niçin bizimle iletişim kurmuyorlar?” sorusunun da yanıtı olabilir. Kendimize soralım, Pizarro Peru’da ilerlerken, yoldaki bir karınca kolonisi ile iletişime geçmeye çalışmak için duraklamış mıdır? Onlara yardım etmek için çabalamış mıdır? Ya da tersi, kolonilerini başlarına yıkmak için asıl hedefini -Amerika’nın fethi- erteler miydi, buna değer miydi? Yoksa karınca kolonisi, Pizarro için tamamen alakasız, dikkate almaya gerek olmayacak bir varlık mıydı? İşte bizim de bu üstün zekalı uygarlıklar karşısındaki durumumuz karınca kolonisinin Avrupalı istilacılar yanındaki durumu kadar önemsiz olabilir.
- Gerçekliği tamamen yanlış algılıyoruz. Tüm evren bir tür hologram olabilir. Ya da belki bizler de dış uzaya aitiz, sadece bir tür deney için dünyaya tohumlama amacıyla yerleştirildik. Hatta belki de yabancı bir uygarlık tarafından geliştirilmiş bir bilgisayar simülasyonunun içindeyiz, ve basitçe bizden başka bir ileri zeka programa kodlanmamış.
Şimdilik belki de beyhude bir şekilde dünya-dışı zekayı aramaya devam ediyoruz. Günün birinde, kesin olarak yalnız olduğumuzu, ya da başka zekaların da var olduğunu, hangisini öğrenirsek öğrenelim, tüyler ürpertici olacak. Yukarıdaki olasılıkların hangisinin geçerli olduğu ortaya çıkarsa çıksın, bu akıllara durgunluk verici, sarsıcı bir buluş olacak.
Barındırdığı bilim-kurgu bileşeninin de ötesinde, Fermi Paradoksu ayrıca bizi derin bir “önemsizlik hissine” de sevkediyor. Sadece evrenin her zaman tetiklediği “oh, sadece mikroskobik bir canlıyım ve varlığım evreninkine kıyasla bir an bile sürmüyor” duygusundan bahsetmiyorum. Fermi Paradoksu bize daha keskin, daha kişisel bir önemsizlik hissi veriyor: türünüzün en tanınmış bilim insanlarının çılgınca teorilerini dinliyorsunuz, fikirlerini yeniden ve yeniden değiştiriyorlar, ve birbirleri ile aşırı derecede çelişen hipotezler ortaya atıyorlar. Belki de gelecek nesiller bize baktıklarında, biz antik dönemde yaşamış insanların yıldızların cennet kubbesinin alt kısmı oldukları konusundaki düşüncelerine bakınca ne hissediyorsak onu hissedecekler ve diyecekler ki “vay canına, gerçekte neler olup bittiği konusunda hiçbir fikirleri yokmuş”.
Olası Tip II ve Tip III uygarlıklara dair sayılan tüm bu olasılıklar, bizim öz-saygımıza da bir darbe aslında. Burada, dünyada, kendi küçük şatomuzun kraliçeleri/krallarıyız. Bu gezegeni bizimle paylaşan bir grup zavallı embesilin gururlu hükümdarlarıyız. Rakibimiz ve bizi yargılayabilecek kimsenin olmamasından doğan bu balon, bizden üstün bir uygarlıkla ilk karşılaşmamızda fena halde patlayacaktır. Bu karşılaşmanın psikolojik sonuçları yıkıcı olabilir. Gene de Tip II ve Tip III uygarlıklar üzerinde çok fazla mesai harcadıktan sonra, gücümüz ve gururumuz bana biraz David Brent-esk görünüyor (Ç.N. yazar, burada BBC’de yayınlanan “The Office” adlı dizinin baş karakterine gönderme yapıyor. David Brent, çalışanları ile arkadaş ve onlara yol gösterici olmak rolüne soyunmuş bir patron, çalışanlarının onu komik, eğlenceli bulmasını, ancak bu sırada gene de onu bir patron, hatta bir baba figürü gibi görüp saygı duymalarını istiyor – ancak çalışanlarının gözünde o kendini beğenmiş, kibirli ve cimri biri).
Yine de, insanlığın ıssız bir evrenin ortasındaki küçük bir kayalıktaki yalnız bir yetim olduğunu varsaysak bile, büyük ihtimalle düşündüğümüz kadar zeki olmadığımız gerçeği, ve emin olduğumuzu sandığımız şeylerde bile yanılıyor olabileceğimiz olasılığı, kulağa harika geliyor. Bu, belki, sadece belki, hikayede tahmin edebileceğimizden çok ötede bir şeyler olabileceği konusunda kapıyı aralık bırakıyor.
Notlar
[1] Enrico Fermi (29 Eylül 1901 Roma, 28 Kasım 1954 Chicago): 1938 Nobel Fizik Ödülü sahibi İtalyan fizikçi. 1926’da Fermi günümüzde Fermi istatistiği olarak bilinen Pauli parçaçıklarının istatistiğini keşfetti. Bose-Einstein istatistiğine göre hareket eden bozonların tersine, bu parçacıklar fermion olarak bilinir. 1934’te Beta Bozonu Teorisini geliştirerek Pauli’nin radyasyon teorisi ile birleştirdi. Curie ve Joliot’un yapay radyasyonu keşfinden sonra nötron bombardımanına tutulan aşağı yukarı her elementin nükleer dönüşüme tabi olduğunu keşfetti. Bu araştırma, yavaş nötronların ve nükleer füzyonun keşfine, ayrıca o zamana kadar periyodik tabloda bilinen elementlerden farklı elementlerin bulunmasına yol açtı.
1938’de Mussolini’nin faşist diktatörlüğünden kaçıp Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etti. 1939’un başlarında füzyon’un keşfinden sonra ikincil nötronların yayılma ve zincirleme reaksiyon olasılığını hesapladı. Bundan sonra atom bombası yapımındaki sorunların aşılmasında önemli rol oynadı, Manhattan Projesi liderlerinden biriydi.
1944’te Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı oldu.
Nobel ödülünü yavaş nötronların yarattığı radyasyon ve nükleer enerji alanındaki çalışmalarından dolayı kazandı.
Eşi Laura Capon ile 1928’de evlendi. Giulio adında bir oğlu Nella adında bir kızı oldu. Boş zamanlarında yürümeyi, tırmanmayı ve kış sporlarını severdi. 29 Kasım 1954’de Chicago’da 53 yaşında kanserden öldü.
[2] Işık yılı: Evrendeki en hızlı şey olan ışığın 1 yılda aldığı yol. Işık 1 yılda 9,4605284 × 1012 kilometre, tam olarak yazacak olursak 9.460.528.400.000 kilometre yol alır.
[3] Drake eşitliği buradaki yaklaşımımıza formal bir yöntem getirir.
[4] T-rex ya da Tyrannosaurus rex günümüzden 66 ila 67 milyon yıl önce yaşadı, bulunan tüm fosiller bu zaman aralığındadır.
[5] Orijinal makalede Dyson küresinin ne olduğu tam olarak açıklanmamış, ancak verilen linkteki açıklama şu şekilde:
Başka bir güneş sistemindeki zeki varlıklar, sistemlerindeki diğer gezegenleri parçalayıp etraflarında ışığın geçemeyeceği küresel bir yapı oluşturarak kendi güneşlerini gizleyebilirler.
Institute for Advanced Study’den (İleri Araştırmalar Enstitüsü) Dr. Freeman J. Dyson, galaksimizdeki diğer uygarlıkların teknolojik olarak bizden milyonlarca yıl daha gelişmiş olabileceğini söyler. Çoğalan nüfuslarının ihtiyaçlarını karşılamak için kendi güneş sistemlerini yeniden düzenleyebilecek kadar ileri gitmiş olabilirler.
Güneşin etrafında inşa edilecek içi boş, ışık geçirmez, küresel bir yapı, yer ve enerji problemlerini çözebilir. Ayrıca güneşin ışınımının dışarıya kaçmasını da engelleyecektir. Böyle bir uygarlığı tespit edebilmek, ancak kürenin dışına sızacak olan gözle görülemez ısı radyasyonunu (kızılötesi ışınım) saptamakla mümkün olur.
Bu tür uygarlıkların yerini belli edecek kızılötesi radyasyonu saptayabilmek amacıyla 1960’larda Ozma Projesi başlatılmıştı. 1973-76 yılları arasında ise yine aynı amaçla Ozma-II projesi yürütüldü. 650 civarı yakın yıldız yıllarca gözlemlendi. Sonuç: sıfır. Hiçbir şey bulunamadı.
Kendi güneş sistemimizi örnek verecek olursak, Dr. Dyson, dünya nüfusunun ve teknolojisinin yılda 1% hızla artacağı varsayımıyla, bugünkü seviyesinden 1 trilyon kat daha büyük hale gelmesi için sadece 3,000 yılın yeterli olduğunu söyler. (Çevirenin notu: 1,013000 ~ 9.207.067.941.189,49, yani yaklaşık 10 trilyon kat hesapladım – benim hesabıma göre Dr. Dyson bir sıfır eksik hesaplamış görünüyor). Bu derecede büyük bir nüfus ve ona gereken enerjiyi ancak güneşin tüm enerjisini hapsedip dışarı kaçmasını engelleyerek ve tümünü kullanarak sağlayabiliriz.
Enerjiyi hapsedebilmek için, gelecekteki insanlar, Jüpiter gezegenini parçalayıp onu yaklaşık 3 metre kalınlığında, dünyanın yörüngesinin yaklaşık iki katı yarıçapında (~300.000.000 km) içi boş ve ışık geçirmez bir küre oluşturacak şekilde düzenleyebilirler. Bu yapı, 800 yıl içinde, güneşten gelen tüm enerjiyi tutacaktır. Böyle bir küre, sistemin “konfor habitatını” oluşturacaktır.
Dr. Dyson, bunun bizim güneş sisteminde kesin olarak gerçekleşeceğini iddia etmediğini, sadece diğer güneş sistemlerinde bunun gerçekleşmiş olabileceğini ayrıca belirtiyor.
Tüm makaleyi okumak için tıklayınız (ingilizce).
[6] Steven Arthur Pinker (doğumu Eylül 18, 1954) Kanada doğumlu Amerikalı deneysel fizyolog, kavrambilimci, dilbilimci, ve popüler bilim yazarı.
Wait But Why haftada bir yeni bir içerik yayınlar. Her içerik e-posta aracılığıyla 65 binden fazla kişiye ulaştırılır. Bu e-postaları almak istiyorsanız aşağıdaki metin kutusuna e-postanızı girip “Üye ol” butonuna tıklayabilirsiniz. Ayrıca Wait But Why’ı facebook ve twitter‘da da takip edebilirsiniz.